SEVİNÇ SATIROĞLU

GENLERİMİZ PATENTLENİYOR

Çokuluslu şirketler az bulunur genetik özelliklere sahip bitki, hayvan, mikrop ve insan bulmak için ‘genetik keşifler’ yapıyor. Bulunan genlerin patentinin alınması tartışmalara neden oluyor

ABD’nin Ortadoğu petrolleri üzerindeki planları sürüyor. Ancak pek de göze çarpmayan başka ekonomik kaynaklı planları da sürüyor. ‘Yeşil altın’ kaynaklarının keşfi ve kaynak canlılar üzerinde hakimiyet.
Dünyanın ekonomik ve siyasi güçlerinin denetim altında tutmak istedikleri değerli kaynaklar yalnızca petrol değil. Biyoteknoloji yüzyılının ‘yeşil altın’ı genler… Yıllar geçtikçe daralan gen havuzu gittikçe artan parasal değer kaynağı oluyor. Çokuluslu şirketler ve yönetimler ise az bulunur genetik özelliklere sahip bitkiler, hayvanlar, mikroplar ve insanlar bulmayı amaçlayarak kıtalar arasında ‘genetik keşfe’ çıkıyorlar. Bu keşiflerde elde edilen genler biyoteknoloji şirketleri tarafından ‘değiştiriliyor’ ve bu ‘yeni buluşlar’ için ‘patent’ isteniyor. Yüzyılımızın ekonomik kaynaklarından birisi de ‘patentlenen yaşam’ oluyor.
Kuzey yarımkürenin ileri teknoloji sahibi ulusları ‘yeni buluşları’ için güney yarımkürenin biyolojik bakımdan zengin tropik bölgelerini seçiyorlar. Bu bölgelerde ise, gelişmekte olan fakir uluslar yaşamakta. Peki bu uluslar ellerinde bulunan ‘yeşil altın’dan faydalanabiliyor mu? Araştırmacılar, Madagaskar’ın tropikal yağmur ormanlarında yetişen gül rengi cezayirmenekşesinin, bazı kanser türlerini iyileştirici genlere sahip olduğunu keşfettiler. İlacı geliştiren eczacılık şirketi -Eli Lilly- önemli kazançlar (yalnızca 1993 yılında 160 milyon dolar) elde ederken Madagaskar, ulusal kaynağının kullanılmasına karşın tek bir cent bile elde edemedi.

İlk patent başvurusu 1971’de
Genetik varlığın patentlenmesi ilk kez 1971’de General Electrik Company’de çalışan Hintli mikrobiyolog Amanda Chakrabarty’ın okyanuslara dökülen yağları temizlemek için tasarlanmış mikroorganizma için ABD Patent ve Ticari Markalar Bürosu’na başvurusuyla başladı. Bu başvuru hukuki tartışmalar yarattı. Davanın özetini yazan Ted Howard, konunun ‘mahkemeden önce yaşamın anlamı ve gerçek değeri sorusunun doğrudan doğruya yüreklere yöneltilmesini’ istedi. 1980’de beşe dört farkla yargıçlar ilk kez genetik olarak düzenlenmiş organizmalar üzerinde patenti onayladılar ve Chakrabarty mahkemeyi kazandı.
Mahkemenin bu tarihi kararı, genetik ortak mirasın özelleştirilmesi ve mallaştırılması için tüm önemli yasal altyapıyı hazırlamış oldu. Gen ticareti başladı. Wall Street, biyoteknolojik devrimi finanse etmek için, desteklenen ilk özel genetik mühendisliği firması hisse senetlerini yatırımcılarına sundu. Bu sunum, yatırım topluluğunda satınalma paniği yarattı. Ekim 1980’de biyoteknoloji firması Genentech, her hissesi 35 dolardan, 1 milyonun üstünde hisse senedi çıkardı. Satışa arzın ilk gününün kapanışında Genentech 36 milyon dolara yükselmişti ve değeri 532 milyon dolardı.

Şekerden tatlı bitki
1987 yılında Amerikan Patent ve Ticari Markalar Bürosu (PTO), hayvanlar da dahil olmak üzere genetik olarak düzenlenmiş çokhücreli mikroorganizmaların hepsinin patentli olmaya aday olduklarını belirten bir karar yayımladı. PTO’nun bu kararıyla global ekonomi ‘sanayi çağından biyoteknoloji çağına geçiş’ dönemine girdi. Koreli eczacılık firması, Lucky Biyotech Corporation ile Kaliforniya Üniversitesi, Batı Afrika’da yetişen thaumatin adlı bitkiden elde edilen genetik olarak düzenlenmiş tatlı bir protein için 1993’te Amerika’dan patent aldı. Thaumatin bitkisi proteni, şekerden 100 bin kat daha tatlıdır. Afrika’daki yerli halk yüzyıllardır tatlandırıcı olarak bu bitkiyi kullanmaktalar. Sadece Amerika’da düşük kalorili tatlandırıcı satışı yaklaşık 1 milyon dolar. Thaumatin’in sağlayacağı ekonomik kazanç ise tıpkı tadında olduğu gibi normal şekerden binlerce kat fazla.
1993 yılında Amerika, Panama’da 26 yaşındaki bir kadının kan örneğini aldı ve bu kadının hücre kültüründen türemiş bir virüsün AIDS’in tedavisinde yararlı olabileceği kanısı ile uluslararası patent aldı. Bu durum halk protestosuna neden oldu. Amerika patent uygulamasını geri almaya zorlandı. Bundan birkaç ay sonra Amerikan hükümetinin Solomon Adaları ve Papua Yeni Gine yurttaşlarından aldığı hücre kültürleri için patent talebinde bulunması ile tartışmalar yeniden alevlendi. Zamanın ticaret bakanı Ron Brown tartışmalara şu sözleriyle cevap verdi: “Bizim yasalarımızda ve diğer pek çok ülkenin yasalarında insan hücrelerine ilişkin söz konusu madde için patent alınabilir. Patent uygulamasına konu olan hücrelerin kaynaklarına ilişkin düşünceler için bir madde yoktur.”
1995 yılında Avrupa Parlamentosu, ABD’deki ‘geniş patent politikaları’na karşı üyelerinin onlara uyumunu öneren ‘Yaşam Patentleri Yönergesi’ni reddetti. Avrupa Parlamentosu, insanların dini, felsefi, değerli olan varlıklar olarak hücrelerinin, dokularının, organlarının ve embriyonlarının patentlenmesine ve ticari olarak satışa sunulmasına, mal derecesine indirilmesine karşı çıktı. Yönergenin reddine tarafları göz yummadı. Lobicilik hareketleri, insan sağlığı için çalışmaları gerekçe gösterilmesi ve özürlü gençlerin ikna çabalarına katılmaları ile 1997’de yönerge Avrupa Parlamentosu’ndan geçti.
1995 Mayısı’nda Ekonomik Eğilimler Vakfı, pek çok dinden 200’ün üzerinde dini lideri bir araya getirdi. Dini liderler insan, hayvan genleri, organları, embriyonları üzerine patentler verilmesini kınayarak, karşı olduklarını belirttiler. Çeşitli tartışmaların ardından, Amerika’da her yıl 6 bin bitki ve dünyanın her yanından deniz organizmaları biriktiren Ulusal Kanser Enstitüsü, ticari olarak kullanılan organizmanın kaynağı olan ulusa bedel ödemeyi kabul ettiğini belirten bir anlaşma imzaladı. Ancak anlaşma biraz dikkatle incelendiğinde ‘şirket anlaşmaya girmeye gerek duyarsa’ şeklinde bir ibare göze çarpıyor.
Dev eczacılık şirketi Merk&Co ile Costa Rica’daki Ulusal Biyoçeşitlilik Enstitüsü, şirketin değerli olan bitki, organizma ve böceklerin güvenliği karşılığında 1 milyon dolar civarında bir ödeme yapacağına dair anlaşma imzaladı. 1 milyon dolar gibi önemsiz bir bedelle yeryüzünün en zengin bitki ve yaşam alanına sahip olan şirket, yıllık gelirinin 4 milyar dolar olmasından kıvanç duyduğunu belirtiyor.

Genler satılmamalı
Kimi yönetimsel olmayan örgütler, gen havuzunun satılık olmadığını, kamuya açık, gelecek nesillere miras bırakılarak kuşaklar boyu sürdürülebilecek bir değer olduğunu savunmakta. Stanford Üniversitesi’nden emekli profesör ve nüfus genetikçisi Dr. Luigi Luca Cavalli-Sforza kişisel görüşünün DNA üzerine patent verilmemesi olduğunu söylerken, “Ticari değer kazanmaya başlayan bir genin bulunması olasılığı olmayan olayda onu bağışlayan insanlar, yararı da paylaşmalı” diyor. Gen pazarlıklarından bir diğeri… Yeni Delhi’deki Tüm Hindistan Tıbbi Bilimler Enstitüsü genetikçisi Kiren Kucheria, rahim yokluğu denilen bir hastalığa neden olan özel bir genin bulunduğundan şüphelenilen hastalardan kan örneği alabilmek için 20 bin dolar ödemeyi teklif ettiklerini söylüyor. Hastalar teklifi reddetmişler.
Los Angeles Times’te 1997 Nisanı’nda çıkan bir haberine göre, Toronto Tıp Üniversitesi’nde genetikçi Dr. Noe Zamel tarafından yönetilen ve Kaliforniya La Jolla’da Sequana Therapeutics tarafından finanse edilen bir bilimsel kurul oluşturuldu. Bu ekip gemi ile Atlantik Okyanusu ve adaları dahil pek çok bölgede, özellikle de ilkel yaşamlarda ‘genetik keşfe’ çıkıyor. Yakın zamanımızda koyun Dolly’yi klonlayan İskoç araştırma ekibi ise, insanlar da dahil bütün klonlanmış memeliler üzerinde özel sahiplik verilmesini amaçlayan geniş bir patent başvurusunda bulundu.

Canlılar sömürülüyor
Öyle görünüyor ki, fazla uzun zaman geçmeden insan dahil dünyadaki tüm canlı türlerinin genleri ile oynanarak eczacılık, kimya, tarım ve biyoteknoloji global şirketlerinin özel mülkiyeti haline gelerek patentlenecek.
Biyoteknoloji, tüm teknolojilerde olduğu gibi ‘doğru kullanıldığında’ ve ‘canlıya zarar vermeden’ kullanıldığında insanlık için faydalı bir bilim olacaktır. Ancak yukarıda da bahsettiğimiz gibi biyoteknoloji ekonomik kazançlar peşinde canlıyı sömürmekte. Biyoteknoloji çalışmaları özellikle ABD, Japonya ve Avrupa Birliği’nin öncelik alanlarına giriyor. Özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nin dünyaya hâkim olma politikası yalnızca ekonomik olarak değil, ekonomik çıkarlar gereği insana ve canlıya da egemen olma politikası haline geliyor. Yüzyıllar öncesinin insan üzerinde insan sahipliği olan kölelik düzeni, ticari kazançlar için dolaylı olarak yüzyılımızda yeniden ortaya çıkıyor. Dünya, canlı varlıkların ‘sömürenler’ ve ‘sömürülenler’ olarak ikiye ayrılmasına sahne olacak gibi görünüyor.

Gen savaşları çıkabilir
Biyoteknoloji çalışmaları ve endüstriyel uygulamaları ülkeler için geniş maddi kaynaklar gerektiriyor. Bu da ancak gelişmiş, zengin ülkelerin bu çalışmaları yapabileceği anlamına geliyor. Bunun yanında gen havuzuna sahip olmak ve biyoteknolojinin meyvelerinden yararlanmak isteyen ülke sayısı da gittikçe artmakta. Buna karşın, ‘yeşil altın’ın doğal sahibi güney yarımkürede yönetimsel olmayan örgütler ciddi direniş göstermekteler. Kuzeyli çokuluslu şirketler ile güneyli ülkeler arasındaki savaş, ‘biyoteknoloji yüzyılı’nın ekonomik ve politik savaşımlarından biri olacak. Güney ve kuzey yarımkürenin gelişmekte olan ülkeleri, dünya hâkimiyeti stratejileri için çalışan gücün, Amerika’nın ‘biyoteknoloji tarlaları’ haline gelecek. Yanı başımızda Ortadoğu’da petrol
için cereyan eden çatışmalar tüm dünyada ‘genlerimiz için’ belki de savaşlara neden olacak. Gelişmekte olan Türkiye de biyoteknoloji kaynakları açısından çok zengin bir ülke. Bu zenginlik Türkiye’nin gen kaynaklarını koruması, ‘gen güvenliği’ gerektiğine dikkat çekiyor. Türkiye’nin de dünyanın ekonomik güçlerinin ‘biyoteknoloji tarlası’ olmaması için.

(Kaynak olan, bilgilendiren sayın Jeseny Rıfkın’a teşekkürlerimi sunarım.)

Yazan: Sevinç Satıroğlu